Skip Navigation Links
Kurdî » Nivîsar : Şemdin SAKIK: TERÖR VE ŞİDDET APO, PKK, DTP VE SOLCULUKLA BİTMEZ…
 
Şemdin SAKIK: TERÖR VE ŞİDDET APO, PKK, DTP VE SOLCULUKLA BİTMEZ…
2011-11-03 09:15

TERÖR VE ŞİDDET APO, PKK, DTP VE SOLCULUKLA BİTMEZ…
Şemdin SAKIK
Edison, enerjiyi ışığa dönüştürmek için yüz yirmi deney yapmış, buna rağmen ampulü bulamamış. “Bu kadar deney yaptın ama bir sonuca gidemedin, artık bu işin peşini bırak” diyenleri, “Yaptığım yüz yirmi deney olmazları bana gösterdi, olmazları gördükten sonra şimdi her zamankinden daha çok sonuca yaklaşmış bulunuyorum” diyerek cevaplamış.
Galiba biz Kürtler de, genel olarak isyanlar dizisiyle, özel olarak en son geliştirdiğimiz silahlı mücadeleyle olmazlarımızı bulduk. Eğer bu olmazları aşarsak, her çevrenin farklı isim koyduğu devasal sorunu çözmenin daha da yakınlaştığını göreceğiz.

Birinci Olmaz: Şiddettir.
Bu ülkede yaşayan herkes biliyor ki hayatımın en verimli on sekiz yılını, sağlığımı, bilincimi ve bütün bir ruhumu şiddete yatıran bir insanım. Çünkü bu yöntemin Kürtlere yarar sağlayacağını düşünmüştüm. Bu düşünceden hareketle on sekiz yıl boyunca, hem de dünya genelinde örnek gösterilen bir başarıyla silahlı mücadeleyi geliştirdim. Hayatımın en yaratıcı olunması gereken yıllarını şiddetin geliştirilmesine adadım. Şiddetin her safhasında yer aldım, ön cephe savaşçılığını yaptım. Sadece şiddetin pratiğiyle değil teorisiyle de ilgilendim: Ne kadar “Savaş Sanatı” kitabı varsa hemen hepsini okudum. Doktrinler, stratejiler, taktikler inceledim. Ve özellikle savaş tarihlerini araştırdım.
Derken bilincin doruğuna vardığım bir dönemde, edindiğim birikimin ışığında Kürt Sorunu’na baktım. Şiddetin Kürt Sorunu’nun çözümüne hiçbir olumlu katkı yapmadığını aksine sorunu kana buladığını, yozlaştırdığı ve uluslararası destekten mahrum bıraktığını görüyorum.
Bu gerçeği dara düştüğümde, askeri geliştirmede başarısız olduğumda değil; Amed Eyaleti denilen bölgede bin beş yüz gerillaya komutanlık yaptığım, her gün on civarında eylem yaptırdığım, her türlü imkâna ve olanağa sahip olduğum 1993 yılında fark ettim.
Ben dobra bir insanım. Fikirlerimi gizleme gibi bir huyum yoktur. Şiddetin olmazlığı konusunda oluşan görüşlerimi anında örgüt ortamına taşıdım. Örgütü şiddet dışı yöntemlere çekme mücadelesi verdim. Ama özellikle şiddetin rantı sayesinde yaşayan örgüt yöneticilerini ve Öcalan’ı ikna edemedim. Örgütü şiddetten uzaklaştırma faaliyetlerimde başarılı olamadığımı anladığım noktada yolumu ayırdım.
Örgütten ayrılışımın en temel nedenlerinden birisi, şiddet yöntemiyle hiçbir yere varılamayacağını görmemdi.
Evet, şiddetin bir çıkmaz olduğunu sadece ben değil herkes söylüyor. Şiddetin yıkımdan başka bir sonuç vermediğini herkes görüyor. Fikirleri olmazsa da ağzı olan herkes şiddetin durması çağrısında bulunuyor. Öldürmek değil yaşatmak marifettir cümlesini dilinden düşüren tek bir insan yoktur. Ama ve lakin bu doğru mesajları ya sözde bırakıyor ya da yüzde yüz çelişki arz eden başka beyanlarla boşa çıkarıyorlar.
Örneğin Kürtlerin meşru temsilcisi olduğu iddiasında bulunanlar; “Silahların susmasını istiyoruz” diyorlar ama bir gün çıkıp, şiddetin hâlâ devam etmenin baş sorumlusu Öcalan’a, “Şiddeti bırakmazsan yolumuz ayrılır” diyerek seslenmiyorlar. Şiddete karşıyız diyorlar ama şiddeti ret ettikleri için PKK’den ayrılanları onursuzlukla, işbirlikçilikle, ihanetle suçluyorlar. Şiddeti ret ettiklerini söylüyorlar ama bütün hayatını Kürt davasına vermiş Hikmet Fidan, şiddete dayalı politikayı reddettiği için sokak ortasında vuruluyor ve bu olaya hiçbir tepki göstermiyorlar. Sözde dava arkadaşlarının cenazesini kaldırmaya cesaret edemiyorlar.
Dahası şiddet üreten bir tarafın gölgesi gibi hareket ediyorlar. “Bir elde şiddet diğer elde siyaset” taktiği uyguluyorlar. Bin yıldır uygulanan “Bir elde Kur’an-ı Kerîm, diğer elde kılıç” ya da başka bir deyimle, “silahlı siyaset” taktiğinin artık geçerli olmadığını göremiyorlar. Filistinlilerin ve Çeçenlerin bu taktik yüzünden başarısız olduklarını anlayamıyorlar.
“Bizim şiddetle bir ilişkimiz yoktur, siyasal çalışma geliştiriyoruz, PKK’nin yaptıkları bizi bağlamaz…” diyorlar, ama son derece sahte oldukları için hiç kimseyi inandıramıyorlar. Lakin duruş ve söylemleri çelişkilerle doludur. Teknolojinin şeffaflaştırdığı bu dünyada kendilerini gizlemekte zorlanıyorlar.
Bugün Türkiye ve hatta dünyanın tümü yansa, benim bu yangından etkilenecek tek bir çöpüm yoktur. Savaşın da, barışın da bana yararı ya da zararı aynı düzeydedir. Çünkü her şeyi elinden alınmış bir hücre mahkûmuyum. Ben söz konusu olduğunda hiçbir şey umurumda değildir. Ama benim derdim ben değilim. Benim derdim çocukluğumdan beri ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim, sevgi ve şefkatini gördüğüm halkımın geleceğidir. Konulduğum hücrede çırpınıp durmam bundandır.
Artık, eğitim düzeyi ve yaşam kalitesi yüksek, herkesin aş-iş bulduğu zengin Kürtleri görmek istiyorum. Bağımsız, federatif veya konfederatif Kürdistan yerine, çocuklarını okutabilen, huzur ve güven içinde yaşayan Kürtleri görmek istiyorum. Yaşamadıklarımı çocuklarımızın yaşamasını istiyorum.
Bunun nasıl mümkün olabileceğine kafa yorduğumda, hızla şiddetten arınma gereğini görüyorum.
“Bu savaşla bir halk yarattık” diyorlar. Yalan söylüyorlar. Bu halk bin yıllardır var ve buradadır. Şiddetin bu halkı yaratması şurada kalsın, halkın birçok değer yargısına rahmet okudu:
Şiddet, elli binden fazla gencecik insanımızı öldürdü. Yüz bin insanın yaralanmasına ve sakat kalmasına neden oldu. Sorunu şiddetle çözmeye kalkıştığımız için dört bin civarında köy ve mezramız boşaltıldı. Milyonlarca Kürt yerinden yurdundan oldu.
Şiddet; ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, ekolojik, demografik tahribata ve hatta büyük insani yıkıma yol açtı. Yerli ve yabancı sermayeyi ve yaratıcı beyinleri kaçırttı. Çete ve mafya şebekesinin oluşmasına ve hayatın her alanına hâkim olmasına neden oldu. Siyasal çalışma alanını ortadan kaldırıp her soruna askeri yöntemle yaklaşma anlayışı doğurdu. Üniversite, vakıf, dernek ve aydınların görüş geliştirip çalışma yürütme imkânlarını ortadan kaldırdı. Türkçe ve Kürtçeyi argolaştırdı. Şarkı, türkü ve her türlü müziği başkalaşıma uğrattı. Aşk, sevgi, yaşam sözcüklerini tamamen öldürdü. Türkiye’nin demokratik ve toplumsal dinamiklerini dinamitledi. Türk ve Kürt milliyetçiliğini hortlatarak ırkçılık boyutlarına vardırdı.
Son otuz yılı Sıkıyönetim, OHAL, Düşük Yoğunluklu Savaş ya da başka bir deyimle Düşük Yoğunluklu Çatışma ve şiddet olayları altında geçiren Bölge insanının ruh sağlığı bozuldu.
Kürt insanı; eğitim, öğrenim, kültür, sanat, beceri, ekonomi, siyaset ve sosyal yaşamdan,geçmiş, bugün ve gelecekten, toprak, aile, çevre, toplumsal gelenek ve her türlü manevi değerden, kişilik ve benlikten, kısacası insani değerlerin hepsinden kopma eşiğine geldi.
Şiddet içi boş ve kapkaççı bir tip şekillendirdi.
İkinci Olmaz: Abdullah Öcalan’ın Liderliğidir.
“Bir insan kalabalığının önüne düşenler, her zaman onları kurtuluş ve esenliğe ulaştıramazlar, sürüleri mezbahaya götüren tekeler ve koçlar gibi insanları da uçurumlara sürükleyen önderler vardır.”
Ben, on sekiz yıl emrinde çalıştığım Öcalan’ı herkesten daha iyi tanıdığıma inanıyorum. Öyle tanıyorum ki, hakkında iki kitap yazabilecek kadar. Ve kesinlikle bu zat hakkında söylediklerim önyargı ve sübjektif görüşler değildir. Onda ne gördüysem onu söylüyorum.
Bu kişiliğin tarihte benzeri az bulunan kötü liderlerden olduğunu sadece ben değil, dünyayı yöneten liderlerin hemen hepsi söylüyorlar:
İşte birkaç alıntı:
Öcalan’ı derdest edip Türkiye’ye teslim eden Amerika Birleşik Devletleri: “Abdullah Öcalan ile Usame Bin Ladin arasında hiçbir fark yoktur, her ikisi de teröristtir…” açıklamasında bulundu.
Sığındığı İtalya’dan kovulduktan sonra, topraklarına dönüşüne izin vermeyen Avrupa Birliği: “Abdullah Öcalan bir teröristtir, barışçıl yöntemlerle mücadele eden Kürt politikacılar ona mesafeli durmalıdırlar…” uyarısında bulundu.
Irak Devlet Başkanı ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin etkin aktörlerinden Celal Talabani: “Abdullah Öcalan ateşkesi bozarak Kürtlere ihanet etmiştir…” dedi.
Kürt Federal Devleti’nin Başkanı Mesut Barzani: “Abdullah Öcalan ateşkesi bozarak Türkiye ile Irak Kürtlerini savaşa sürmek istemektedir…” suçlamasında bulundu.
Yüzlerce Kürt aydını: “Abdullah Öcalan’ın her seferinde savaş çağrısında bulunmasını kaygı ve kuşkuyla karşılıyoruz…” içerikli bildiriler yayınladılar.
Şu an itibariyle Abdullah Öcalan’ın liderliğini isteyen tek bir devlet ve örgüt (DTP hariç) ve tek bir aklıselim kişi ortaya çıkmadı.
Neden mi?
Çünkü Abdullah Öcalan şiddet ürünü bir kişiliktir. Onun şiddetti bırakıp barışçıl yöntemlere dönmesi yapısına aykırıdır.
Bilindiği gibi yakın tarihte, kana bulaşmış liderlerin siyaset arenasına çekilmeleri için verilen çabalar tamamen başarısız kaldı.
Örneğin; Çeçen lideri Dudayev’e devlet kurma imkânı verildi. Ama o, şiddetten kopamadı. Çeçenistan Devlet başkanı olduktan sonra Dağıstan Özerk Cumhuriyeti’ne göz dikti. Buraya saldırdı ve sonunda Ruslar onu bir suikastla tasfiye etmek zorunda kaldılar. Ardından, gerilla kökenli Aslan Masadov denendi. “Belki Çeçenistan sorununa barışçı çözüm imkânları yaratır” denilip şans tanındı. Ama yine umulan olamadı. Barışçıl mesajlar veren Masadov, bir yandan da şiddet yanlısı Vehhabist Şamil Basayev’i destekledi. İkiyüzlü bir politika izledi ve bunun sonucunda bütün dünyada tiksinti ve nefret uyandıran Beslan trajedisi ortaya çıktı. Derken Ruslar, ikili oynayan Masadov’u da bir suikasta kurban götürmek zorunda kaldılar.
Yaser Arafat, ülkeden ülkeye dolaşan bir gerilla lideriydi. Halkına önderlik ederek şiddetin son bulmasında rol oynar düşüncesiyle ülkesine getirildi. Kendisine barış ödülü verildi. Birleşmiş Milletler’de konuşturuldu. Beyaz Saray kapısında poz verdi. En ünlü dünya lideri sıfatı kazandı. Ama bir türlü şiddet alışkanlığını bırakmadı. Bir yandan terörü kınadı, diğer taraftan terörü örgütledi. O da ikili oynadı. Bu politika sonucunda Filistin kan gölüne döndü ve sonunda, belki de dünya liderlerinin oybirliğiyle ölümü kararlaştırıldı. Zehirlenerek öldürüldü.
Hamas’ın kurucusu ve lideri Şeyh Yasin Ramazan İsrail zindanlarındaydı. Sağlık nedenleri de bahane edilerek tahliye edildi. Aslında kendisinden yumuşama ve Filistin Sorunu’nu şiddeti dışlayan yöntemlerle çözmek için bir katkıda bulunması beklendi. Ama o da beklentileri boşa çıkardı. O da şiddeti teşvik etti. Tabi ki, o da suikasta kurban gitti. Yerine gelen zat da aynı çizgiyi izledi ve aynı akıbete uğradı.
Şiddetkolik liderlerin suikastlarla ortadan kaldırılmalarıyla Çeçenistan ve Filistin’in kan gölüne dönüşeceği bekleniyordu ama durum geçmişten eskisinden daha kötü olmadı. Bu ikiyüzlü liderlerin tasfiye olmalarından sonra Çeçenistan ve Filistin topraklarında barış umudu doğdu. En azından göreceli bir huzur ortamı belirdi.
Dünyayı yöneten etkin akıl geçmişten ders almış olmalı ki, Kürt sorununu çözmek için Öcalan’ı İmralı’ya kapattı. Bu kapatmayla birlikte 5–6 yıl süren bir sükûnet ortamı doğdu. Ve sorunun demokratik açılımlarla çözümü yönünde önemli adımlar atıldı.
Ancak, “Liderimiz İmralı’dadır, İmralı muhatap alınsın…” çağrılarından ve gelişen demokrasinin sunduğu imkânlardan cesaret alan bu zat, tekrar eski uğursuz günlere döndü. Şiddet çığırtkanlığı yapmaya başladı.
Gördüğüm o ki, bu kişilik asla ve asla şiddetten kopmadı. İdam cezasının yürürlükte olduğu dönemde barışçıl mesajlar veren bu zat, idam cezasının Türk hukuk sisteminden çıkarılmasıyla birlikte yine savaş çığırtkanlığı yapmaya başladı.
Artık Kürtlerin şunu görmesi gerekir: Dünya, Türkiye ve Kürtlerin ezici bir çoğunluğu bu kişiliğin liderliğin liderliğini kabul etmiyor. Çünkü o; birikimi, kalitesi, alışkanlıkları ve kaba kişiliği nedeniyle liderliğe uygun görülmüyor.
Ne gariptir ki, Öcalan’ın ne olup olmadığını dünya biliyor ama müritleştirilmiş bazı Kürtler ise hâlâ onu tanımıyorlar: Bu adamı yakından tanımadıkları için kullandığı cümlelerin kendisine ait olduğunu ve kullandığı kelimelerin anlamını bildiğini sanıyorlar. Örneğin, “Demokratik Cumhuriyet”, “Konfederasyon” gibi söylemlerin özünü bildiğini düşünüyorlar. Yetişmiş, pişmiş, sempatik, saygın bir kişilik olduğunu var sayıyorlar. Emeğe saygılı, arkadaş canlısı, Kürt hayranı olduğunu sanıyorlar.
Ama kesinlikle yanılıyorlar. Bu adam feodal bir cahil ve de ruh hastasıdır!
Çok şey bilmeyebilirim ama bu zatı çok iyi tanırım. On sekiz yıllık esaretin bana olan tek getirisi bu kişilik ucubesini tanımak oldu. Ve bu kişiliğin çirkin yüzünü tüm çıplaklığıyla “APO” başlığı altında kitaplaştırdığım eserimle kamuoyuyla paylaştım. Kitaptaki görüşlerim geçerliliğini hâlâ koruyor ve maalesef bu görüşlerin doğruluğu her geçen gün yaşam örnekleriyle de doğrulanıyor. Bu nedenle “İmralı’da Bir Tiran” kitabını kaleme almak zorunda kaldım.
Ve halkıma tekrar hatırlatma gereği duyuyorum: Bu kişilikte bir halka liderlik yapabilecek yetenek ve birikim yoktur. O, sadece “Öldürün ve ölün” demeyi bilir. Sadece savaştan anlıyor diyecektim, ama inanın ki savaştan da anlamıyor. Ölümden rant sağlamaktan ve bu rant üzerinde tepinmekten başka bir kabiliyeti yoktur.
O halde, dünyanın karşı çıktığı ve hepimizce gerçeği anlaşılan bu adamı, sırf Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne inat olsun diye lider olarak tepede tutmanın haklı bir gerekçesi yoktur. Her seferinde Öcalan’ı lider olarak ileri sürmek Kürt Sorunu’nun çözümünde Türkiye ve dünyayı köşeye sıkıştırmaktır. Bunca deneyim ve olumsuz duyguya rağmen bu adamda ısrar etmek Kürt davasını terörize ve hatta provoke etmektir.
Ha, bir de Öcalan için, “Emeği var” diyorlar.
Ben de sesimi ulaştırabildiğim herkese sesleniyorum: O, Kürt davasına şiddeti ve modası geçmiş sol safsataları bulaştırmaktan başka bir katkı yapmamıştır. Emekten dem vurulacaksa, ben ve benim gibilerinin dağların vahşi ortamında geçen on yıllarından, hapishanelerde çürüyen on binlerin yaşamlarından söz edilmelidir. Öcalan’ın Şam’da geçirdiği yirmi yıllık tatil yaşamından değil…
Ve bu noktada tekrar haykırıyorum; villalarda lüks ve sefahat içinde, örgütün en güzel kızlarından harem kurarak yaşamak, bir devlet başkanı kadar masraflarda bulunmak emek değil, olsa olsa emek gaspıdır. Onun bu yaşam tarzına emek denilirse, o zaman ben de “Uzan Ailesi de Türkiye’nin en büyük emektarıdır” derim. Gerçek şu ki, Uzan Ailesi Türkiye’nin kalkınmasına ne kattıysa, Öcalan Ailesi de Kürt Davası’na onu kattı: Hırsızlık ve emek gaspı.
Bu ülkede, şiddet ortamından dolayı tenleri çizilmemiş, rahatları bozulmamış tek bir aile varsa o da Öcalan Ailesi’dir.
Bazıları da, yapılan tüm eleştiri ve uyarılara karşın “Öyle olsa da, onsuz olmaz” diyorlar.
Neden? Neden onsuz olmuyormuş? Bu zatın bilemediğimiz ve başkasında olmayan açık veya gizli bir özelliği mi var? Sanmıyorum. Hatta onu çok iyi tanıyan birisi olarak, sıradan bir Kürt köylüsünden hiçbir farkının olmadığını söylüyorum. Aslında onsuz değil, onunla olmuyor. Onunla olsaydı bu otuz yılda bazı olumlu gelişmeler yaşanırdı. Ama olmadı. Aksine Kürt Sorunu’nda ileriye yönelik tek bir olumlu adım atılamadı. Dikkat edilirse ulusal önder olarak lanse edilen bu zat tutuklanıp cezaevine konulduktan sonra Kürt davasında bazı gelişmeler yaşanmaya başladı.
Durum böyleyken; İmralı’da tutsak bulunan, izin verilmeden nefes bile alamayan bu zata, hâlâ lider gözüyle bakmanın, bu koşullarda Kürtleri yöneteceğine inanmanın mantığı yoktur.
Zaten zaman içinde Öcalan’ın rahat koşulların adamı olduğu, zorluklara ve imkânsızlıklara dayanacak bir lider olmadığı gerçeği ortaya çıktı. Artık Kürt Sorunu’yla ilgilenen bir liderle değil; yaşamını, hastalıklarını, psikolojik sorunlarını gündeme taşıyan, her hafta ağlayıp sızlayan, bağırıp çağıran bir zatla karşı karşıyayız.
Bilinir ki, yaşam ve mücadele zorlukları en çok da liderleri sınar. Gerçek liderleri markalaştırır. Sahte veya konjonktürel liderleri karikatür malzemesine dönüştürür. Bence, kendisini yenilemeyen, dönüştürmeyen Öcalan artık aşılmıştır. Onu aşan Kürtler markalaşırlarken Öcalan karikatür malzemesine dönüşmüştür.
Artık Öcalan aşılmıştır. Artık şiddete bulaşmayan, sözcülüğünü yapmayan, şiddete mesafeli durmakla yetinmeyip her türlü şiddete karşı duran özgür liderlerin öncülüğüne ihtiyaç vardır. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve anayasal düzen temelinde; zenginleşmeyi ve özgürleşmeyi hedefleyen liderlere ihtiyaç vardır. Siyaset zarafetinden, diploması inceliğinden yararlanan; menfi duygular yerine sevgi ve saygıyı, klişeler yerine yaratıcı aklı, ezber yerine yeniyi ön plana çıkaran lidere ihtiyaç vardır.
Üçüncü Olmaz: PKK
İdeolojilerin de doğuş, gelişim ve çöküş aşamaları vardır. Dünya, son çeyrek yüzyılda birçok ideolojinin çöküşüne tanıklık etti ve çöken her ideoloji, gerisinde serseri mayınlar kadar tehlikeli örgütler bıraktı.
Uygulama ve ideolojisiyle Pol-Potçuluğu andıran PKK, Soğuk Savaş döneminden kalma bu örgütlerden birisidir.
Evet, tamamen şiddete göre örgütlenen PKK, halk ve uluslararası güçlerin desteğini yitirse bile şiddeti geliştirebilir. Zira şiddeti geliştirmek için bir avuç cahil ve yoksul yeterlidir. Bununla birlikte bütün dünya ve bütün Kürtler bu örgüte destek verseler bile, bu örgüt düzen kuramaz ve iktidar olamaz. Zira bu yapı yıkım ve ölüme göre programlanmış, Soğuk Savaş döneminin bütün özelliklerini barındıran, uyguladığı politikalarla kendisini orta sınıfların desteğinden mahrum bırakan bir köylü örgütüdür.
Yoksul köylülüğün iktidar olduğu nerede görülmüştür? Çin’de mi? Yapmayın!
PKK bir şiddet örgütüdür. Hatta ciddi bir siyasal projesi olmayan, liderinin çetesine dönüşen, ne zaman ve kime saldıracağı belli olmayan bir tedhiş örgütüdür.
Bilindiği gibi Öcalan tutuklandıktan sonra örgütün kendisi de eski alışkanlık ve söylemlerle yol alamayacağını bildiği için bazı yeni yaklaşımlar geliştirme arayışına girdi. Ama sosyal tabanı ve iç dinamikleri kendisini değiştirmesine ve dünyayla uyumlu bir örgüt imajı oluşturmasına yeterli gelmedi. Neyse ki, örgütün dönüşüm krizi yaşadığı bir dönemde, Amerika’nın Irak’a müdahalesi gündeme geldi. Irak’ı işgal eden Amerika aynı zamanda PKK’yi de ele geçirdi. Örgüt, iç dinamikleriyle gerçekleştiremediği dönüşümü, Amerika’nın dayatmaları ve yönlendirmeleriyle gerçekleştirme yoluna girdi.
Ama hâlâ reform sürecini başarıyla tamamlamış denilemez.
Bu örgüt ya dönüşecek ya da aşılacak. Zira mevcut konumuyla Kürtlere zarar veriyor. Öcalan’ı aşan Kürtler, değişmemekte ısrar eden PKK’yi de aşacaklardır.


Dördüncü Olmaz: DTP
Musa’ya Muuusa demeden yani lafı dönüp dolaştırmadan konuya girmek istiyorum. DTP, PKK’nin gölgesidir. Ama aynı zamanda Türk Devleti’nin de gölgesidir. Birçok gücün DTP üzerinde gölgesi vardır. Gölge gerçeğin karanlık yüzüdür. Birkaç gölge üst üste geldiğinde karanlık daha da katmerleşir. Dolayısıyla DTP, PKK ve Türkiye’deki şahinlerden daha fazla karanlık ve de şiddet yanlısı bir oluşumdur. Çünkü savaş ve şiddet rantından başka bir sermayeleri yoktur. Amaçsız ve ne yapacağı beli olmayan bir yığındır. Çünkü beyinleri tasfiye ettiler, ayak takımını baş yaptılar. Belki bir gün PKK yöneticileriyle bir şeyler konuşulabilecek ama bunlarla asla. Kesinlikle gerçek niyetlerini açığa vurmaktan korktukları için barış ve kardeşlikten dem vuruyorlar.
Bu nedenledir ki; DTP’nin Kürt Sorunu’nun çözümünde yapıcı bir rol oynayamayacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Çünkü gölge ne kadar katmerli olursa olsun o nihayetinde bir gölgedir.
Sadece bir gölge olduğunu şundan anlıyoruz: DTP’yi kurarken Başbakan Recep Tayip Erdoğan önderliğindeki AK Partisi’ni taklit ettiler. Ama ne yazık ki iyi bir taklitçi bile olamadılar. Sayın Erdoğan, geçmişin tüm olumsuzluklarını ve yanlışlarını reddeden, onlardan arınan, yepyeni bir çizgi temelinde siyasal çalışma içine atılırken; DTP’liler ise geçmişlerini ambalajlamakla yetindiler, hatta yeri geldiğinde geçmişte yaptıklarını savundular. Dahası, Kürtlere yıkım ve gözyaşı getiren Öcalan’dan icazet almadan tek bir adım atmadılar. Öyle ki, yeni partinin ismini, sloganını, taktiklerini İmralı’da bulunan Öcalan belirledi. Sayın Okçuoğlu’nun deyimiyle Avukatlar Konseyi’nin görüşleri kesildiğinde yerlerinde çakılıp kaldılar, sonraki haftanın görüşmelerini beklediler.
Sayın Erdoğan, İslami hareketin piri olarak bilinen Sayın Necmettin Erbakan’ın elini öpmeye nasihat ve talimat almak için gitmedi. Ama DTP’lilerin imkânları olsaydı her hafta İmralı’ya gidip, o kerameti kendinde menkul zatın elini öpecek, buyruklarını alacak ve öyle döneceklerdi. Fizikî nedenlerden dolayı bunu yapamadıkları için başka yöntemler geliştirdiler. Kameraların karşısına geçip, Öcalan’ın eli niyetine kız kardeşinin elini öptüler. Hem de, bakın, hem öpüyor hem de alnımıza koyuyoruz, dercesine birkaç kez öptüler. Bir yandan “Kan dursun istiyoruz” dediler, diğer yandan Öcalan’ın kanlı elini öpme yarışına girdiler.
Eğer ruhlarında barış ve kardeşlik arzusu olsaydı, o eli ne kameraların önünde ne de arkasında öpmemeliydiler.
Bu öpme eylemi DTP’lilerin ne olup ne olmadıklarını ortaya koyduğu gibi, Türk toplumunu da gerdi ve kışkırttı. O olaydan sonra Türk kökenli vatandaşlar nezdinde varsa bir saygınlıkları, onu da yitirdiler. Kendilerince o hareketleri yapmakla bir tarafı kızdırmak ve bir tarafın da oylarını toplamak istediler. Birincisinde başarılı, ikincisinde başarısız oldular. Türk toplumunu kızdırdılar ama Kürt oylarını toplayamadılar
Maalesef DTP kendisini aşamadı, döngüsünü kıramadı. Ve denilebilir ki şu an itibariyle DTP her örgüt ve çevreden daha fazla Kürt Sorunu’nun önünde engel teşkil etmektedir. Bir gün PKK’nin barışçıl ve çözümcü bir yaklaşım getirebileceğine inanırım ama DTP’nin sorunların çözümüne katkı yapabileceğine dair tek bir emare göremiyorum.
Evet, Sayın Erdoğan’ın düzene muhalif kişiliği, bölge halkına düşmanca yaklaşmayışı, savaş ve şiddet tarafı olmayışı, halka sosyal yardımlarda bulunuşu, hizmet getirmesi gibi etkenler bölgede kendi partisine teveccüh uyandırdı, oy getirdi. Ama bölgede ilk kez DTP’den daha fazla oy alan parti olması sadece bu nedenlerle izah edilemez. Bu yeni durumu, DTP’nin politika üretememesiyle, PKK’nin uzantısı görünümünden çıkamayışıyla ve yapısı itibariyle bölge halkının ilerleyişi önünde engel oluşuyla izah edilebilir.
Nasıl ki Öcalan değişen koşullara paralel biçimde değişmediği için aşıldıysa, DTP’nin akıbeti de benzerdir. Değişmediği için aşılmaya başlamıştır. 2002 Genel Seçimlerinde oylarının bir kısmını AK Parti’ye kaptıran DTP, 2004 Yerel Seçimleri’nde daha fazla oy kaybetmiştir. 2007 Genel Seçimleri’nde oylarının yarısından fazlasını kaptırdı.
DTP de karikatür malzemesi olmaya doğru hızla ilerliyor. Kimse korkmasın, DTP’nin çözülüşü ve aşılması, tıpkı Öcalan’ın çöküşü ve aşılması gibi Kürtlerin yararınadır.
Kaldı ki korkmanın da ecele faydası yoktur. Doğa kanunu işlemeye devam edecektir. Uyum sağlamayan tasfiye olacaktır.

Beşinci Olmaz: Solculuktur.
Kendimi tanıdım tanıyalı, babam koyu bir CHP’liydi. Aile olarak bu partiye çalışırdık. Daha sonraki süreçlerde ise kimimiz Kürtçü, kimimiz Türkçülük yaptık. Ama hiç birimiz “sol” çizgiden ayrılmadık. Siyaset yapan aile üyelerimizin hiçbirisi sağ parti ve örgütlere yanaşmadı. Zira sağı hep öcü görüyorduk. Genel olarak Kürtlerin ve özel olarak yoksulların sağ içinde boğulduklarına, tek çare ve çıkış yolunun sol olduğuna kuvvetle inanmıştık.
Son yıllara kadar da aynı düşüncedeydim: PKK den ayrıldım, öyleyse doğru yoldayım, diyerek kendimi aldatmaya devam ettim. Zira halkıma yararlı olmak için PKK’den ayrılmayı ve şiddete mesafeli durmayı yeterli görüyordum. Hatta PKK dışında kalan sol örgüt ve partilerden medet ummaya devam ediyordum. Sol bir partiye yamanıp siyaset yapmaya bile niyetliydim. Zira hâlâ, “Kürt Sorunu’nun çözümü için demokratik bir sol harekete ihtiyaç var” safsatasına inanıyordum.
Hücrede özgürlük yoktur ama güvenlik vardır. İnsan ancak güvenlikli ortamlarda sağlıklı düşünebilir. Hücre ortamının bu özelliği sayesinde çok tafsilatlı ve derin düşünme imkânı buldum. Sol’da ve Sağ’da yer alan liderlerin söylem ve davranışlarını dikkatle gözden geçirdim ve kendimce bir senteze ulaştım.
Ve siz okuyuculara soruyorum:
Türkiye’nin son yarım asrına damgasını vuran Erdal İnönü, Bülent Ecevit, Doğu Perinçek, Yalçın Küçük, Abdullah Öcalan, Murat Karayalçın ve Deniz Baykal’ın Kürt Sorunu’na veya Türkiye’nin başka sorunlarına yönelik çözüm önerileri oldu mu? Hayır. Kesinlikle hayır. Aksine tüm bu liderler değişik biçimlerde de olsa sorunların kaynağı oldular. Hepsinin söyleminde faşizm ve inkârcılık vardır.
Örneğin, Kürtlerin şiddet ortamına sürüklenmesi, solcuların iktidar oldukları ya da kendi çaplarında etkin oldukları dönemlere tekabül ediyor. Ve şimdi anlıyoruz ki, Kürt davasını terörize etmekte solcuların rolü belirleyici olmuştur.
Ama sağcı liderler daha farklı söylemlerde bulundular:
Alpaslan Türkeş: “Ben ne kadar Türk’sem o kadar Kürdüm, ne kadar Kürt’sem o kadar Türküm.”
Turgut Özal: “Federasyonu bile tartışmaktan çekinmeyiz, Türkiye bütün Kürtlerin hamisidir.”
Süleyman Demirel: “Kürt realitesini tanıyorum.”
Necmettin Erbakan: “Tabii ki sen akşamdan sabaha ‘ne mutlu Türküm’ dersen, başka birisi de çıkıp ‘ne mutlu Kürdüm, diyecek.”
Tansu Çiller: “Kürt Sorunu’nu Bask modeliyle çözebiliriz.”
Mesut Yılmaz: “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer.”
Mehmet Ağar: “Kürt sorunu’nu en iyi ben bilirim, bu sorunu ben çözeceğim.”
Recep Tayip Erdoğan: “Türkiye’nin Kürt sorunu vardır, bu sorun benim de sorunumdur ve bu sorunu ben çözeceğim.”
Ne yazık ki solcu Kürtler, sol tandanslı liderlerin enternasyonalist söylemlerle kamufle edilmiş inkârcı politikaların birer aracı olurlarken, içleri doldurulmamış olsalar bile Kürt Realitesi’ni kabul eden, kendi koşuları içinde çözüm öneren sağcı liderlerin söylem ve yaklaşımlarını görmezden geldiler.
Çünkü Kürt muhalefetini temsil eden eğilim solcuydu. Sağcıların her söylemine “Kürt düşmanlığı yapıyorlar” önyargısına sahiptiler. Sağ kesimden gelen çözüm önerilerine önyargılı yaklaştılar. “Onlar içi doldurulmayan laflar” deyip işin içinden çıktılar. Onlar da Türkiye’deki sol gibi çözüm dediler ama çözümsüzlüğü derinleştiren tutumlar takındılar. Başta Kürt Sorunu olmak üzere her sorunu ranta dönüştürmeye baktılar.
Ve şu çarpıcı tespiti yapmak istiyorum: Dünyada ne kadar Kürt varsa ve bu ülkede ne kadar insan yaşıyorsa hepsi Kürtseverdirler; açık ve gizli Apocular ve solcular hariç.
Solculuğun Kürtlere bedeli ağır olmuştur ve aşılmazsa daha da ağırlaşacağı görülmektedir. Bilinmelidir ki, DTP’nin çöküşü; AK Parti ve Barzani’nin yükselişleri, bir de Kürtçü çevrelerin solculukta ısrar etmeleriyle ilişkilidir. Çünkü Kürt Halkı dindar, değerlerine bağlı, değerleriyle yenilikleri bütünleştirmek isteyen bir halktır.
Solculuk; Türkiye genelinde CHP’nin, Kürtler arasında DTP’nin yenilgiye uğramaya devam ediyor.

Altıncı Olmaz: Güncel Çıkarlar Uğruna Adalet Duygusundan Kopmaktır.
On sekiz yılımı Kürt davası uğruna dağlarda geçirdim. Hayatımı heba etmenin yanı sıra kız kardeşimi, ağabeyimi, onlarca yeğen ve kuzenimi bu yolda yitirdim. Buna rağmen emrinde çalıştığım örgütün haini ilan edilmekten kurtulamadım. Örgütle yol ayrımına geldiğim için ayrıldım. Gidip başka bir Kürt örgütü olan KDP güçlerine sığındım. Ve tabii ki, birkaç milyon dolar karşılığında KDP tarafından Türkiye’ye teslim edildim. On sekiz yılımı emrine verdiğim örgüt idamımı çıkarırken, sığındığım başka bir Kürt örgütü ise beni ve kardeşimi birkaç milyon dolara sattı.
O günden bu güne kadar, savunma hakkımın kısıtlanması için avukatlara baskı yapıldı. Ailemin yardımcı olması ve beni ziyaret etmeleri engellendi. “İlk Alınteri” adıyla açtığım yağlıboya resim sergisinin ziyaret edilmemesi için halk tehdit edildi. Tablolarımı satın alan bazı insanlar uyarılarak bunları geri göndermeleri sağlandı. Cezaevinde bile insanların bana yardımcı olmaları engellenmeye çalışıldı.
25 Mayıs 1993 tarihinde, Elazığ-Bingöl yolunda, 33 silahsız askerin kurşuna dizilerek öldürülmeleri olayı ile hiçbir ilişkimin olmadığı her sağduyulu insan tarafından bilindiği halde, savaş yanlısı bazı güçlerle de ittifak içinde, bu korkunç olayı benim üzerime yıkmaya çalıştılar.
Çorap örerek geçimini sağlayan, doktora verecek parası olmadığı için zamansız rahmete kavuşan annemin, örgüt parasıyla beslediğim yalanını uydurdular. Sekiz yıldır bulunduğum hücrede sefalet içinde yaşıyor olmama rağmen, örgütten ayrılırken yanına bol miktarda para almış, yalanı eklediler.
Ellerim kelepçeli, gözlerim bağlı, geceyi daracık bir hücrede geçirdiğim ve gündüzleri ise çok az tanık olunan bir sorguya alındığım bir dönemde, Murat Operasyonu’na katıldığımı ve bu operasyonda vurulan militanların ölümünde rol oynadığımı iddia ettiler.
Tek bir saatliğine (Hastane ve mahkeme hariç) hücremden çıkıp başka bir yere gitmediğim halde; PKK ve DTP’nin yayın organlarında, “Sakıklar Operasyonda” manşetleri attılar.
İdam cezası almama ve halen bir hücrede cezamı çekiyor olmama bakmadan; “Genel Kurmaylıkla ilişki içindedir, kutsal savaşımızı tasfiye etmeye çalışıyor” yalanını sakız gibi çiğnediler. Yokluğumda da bir sürü ateşkes ilan edip bozmalarına ve kamuoyunun şiddetle kınadığı eylemler yapmalarına rağmen hiç utanmadan, Türkiye kamuoyuna seslenerek “O kınadığınız eylemlerin tümünü Şemdin yaptırdı, o olmasaydı bu kadar kan dökülmez ve 1993 ateşkesi bozulmazdı” açıklamasında bulundular. Neredeyse bütün dünyanın teröristi ilan edilmelerine bakmadan, dünya kamuoyuna mesaj verirken “PKK içinde Şemdin gibi bazı terörist unsurlar vardı, onları da temizledik” dediler.
Yeşil denilen adamı sadece televizyon ekranlarına yansıyan fotoğrafından tanımama rağmen, “Yeşil ile ilişki içindedir” iddiasında bulundular,
Şiddet yönteminden ve örgüt yönteminin beceriksizliğinden kaynaklanan ne kadar yanlış ve suç varsa hepsini üzerime yığdılar.
Bu şekilde, insanları uyandırmak için gerçekleri haykıran sesimi boğmaya çalıştılar.
Kısacası beni linç girişimine tabi tuttular.
O dönemlerde Türkiye genelinde modalaşan fiziki “linç” girişimlerini televizyon ekranlarında izliyordum. Her seferinde, “Keşke bana yönelen linç girişimleri sizinkiler gibi kısa ve fiziki olsaydı” diyordum yalnız gönlüme. Çünkü fiziğim darbe alsaydı bir süre sonra iyileşirdi, ama dava arkadaşlarımın “linç” girişimleri ruhuma ve kişiliğime yönelikti. Kendimce güçlü bir iradeye sahip olmama rağmen yine de bu “linç” girişimleri dağların yontamadığı ruhumu büktü, yordu ve yıprattı.
İşin ilginç yanı, beni linç edenler, Türkiye’nin birkaç bölgesinde girişilen “linç” girişimlerinden yakınıyorlar. Bu gidişatın tehlikeli olduğunu söylüyorlar. Anlamakta zorlanıyorum. Eğer başkasının yaptığı kötüyse, neden onlar da aynısını yapıyorlar.
İşte bu adaletsizlikle, bu haksızlıkla, bu zulümle bir yere varılamaz, diyorum. Biz adalet istiyoruz, diyenler önce adil olmalılar. Biz kardeşlik istiyoruz diyenler, önce kardeşlerinin hukukuna saygılı olmalılar. Biz bütün sorunların diyalogla çözülmesini istiyoruz diyenler, önce en yakınlarındaki feryatlara kulak vermeliler.
Ama Kürt Egenekonu’nun tetikçisi olan PKK’ye ve onun Truva atı derin DTP’ye muhalif düşenlere karşı bunların hiçbirisi yapılmadı.
Uçağa bindirildiğinde “Annem Türk’tür, bir fırsat verirseniz her türlü görevi yapmaya hazırım”, sorguya alındığında “Bana bir telefon getirin örgütü teslim olmaya razı edeyim”, cezaevine konulduğunda “Bakın Amerikalılar Barzani’ye bir devlet kurduruyor, izin verin örgütümü Barzani’ye karşı kullanayım” diyen ve şu anda güvenlik güçlerinin elinde bulunan kasetler halka açıklandığında en sıradan Kürdün yüzüne tükürmek için sıraya gireceği Öcalan’ı ‘Kahraman’; şiddetin ve silahlı mücadelenin yanlışlığını örgüt içinde de savunan, bu düşüncesini beyan eden, insanların ölümüne neden olduğu için pişmanlık duyan, tutuklandıktan sonra tek bir insanın parmağının kanamasına neden olmayan Şemdin Sakık’ı ise “hain” ilan edenler adil değiller. Adil olmadıkları için arpa boyu yol alamazlar.
Ve bilinmelidir ki, özellikle bilginin ışık hızıyla en ücra köşelere ulaştığı günümüz dünyasında, yalana dayalı politikaların hiçbir yararı yoktur. Adil olmayan her politikanın yenilgiye mahkûm olacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Biz Kürtler ya adalet duygumuzu geliştireceğiz, ya da geçmişte olduğu gibi ezilmeye devam edeceğiz. Bundan ötesi yalandır.
Şemdin SAKIK
Diyarbakır E tipi Kapalı Cezaevi

Jêder: Sercavan.com
Nivîskarê Mêvan
Ednan Bedredin: Jibo Iraqeka konfederal*
Amir Bayar: “Düşünmeyen ve sorgulamayan bir halk KÜRTLER. ........
İsmail Beşikci: Birey Toplum İlişkileri
Fatih Sevigili: Kürtler, halkların demokratik enayisi mi.?!
Nûri Çelik: Rojbaş - Günaydın!
Amir Bayar: ÖCALAN- 19 Yıl boyunca Suriyede ne yaptı......
Fatih Sevgili: PKK, Kürtlerin örgütü mü?!
Bûbê Eser: Min çawa dest bi nivîsandinê kir?
Vahap Coşkun: Hendeğin sanal savunucuları
Muhsin Kızılkaya: Kurtarıcılardan kurtulmak!
Selim Çürükkaya: Ya boyun Eğ
Bûbê Eser: Kurdên xaîn û xwefiroş!
Dr. Sozdar Mîdî E. Xelîl, (wergera ji erebî, Mustefa Reşîd): Kurdistan û rastiyên dîrokî di çîroka Tofanê da
Yavuz Baydar: Ya ben ya tufan
Abit Gurses: Kanton
Razî Zêtî: Çima kurd ketin nava hikumeta nû ya îraqê?
Reşîd Battê : YEKÎTIYEKE PÎROZ Û BAREKÎ GIRAN
America Must Recognize Kurdistan
BAŞKAN BARZANİ'NİN AMED ZİYARETİ VE BİLEŞENLERİ
Mûrad Ciwan: BDPyî qasî AKPyiyan rêzê li Barzanî nagirin
İbrahim Güçlü: 'PKK aslında Öcalan'ın söylediklerini yapar görünüyor!'
AKO MİHEMED: Teqezkirina komkujiya rojava li jêr desthilata tekpartî ya PYDê!
Huseyin Sîyabend: AKP ve PKK, diğer Kürt örgütlerini dikkate almamaktadır.
Oya Baydar yazdı: Kürdistan Kürtlerindir
Turan Turkmen : BARIŞ SÜRECİ Mİ, TESLİMİYET Mİ ?
Bûbê Eser: Rewşa Rojavayê Kurdistanê(!)
Dr. Musa Kaval : Stratejiyeke hevbeş ji bo çareseriya pirsa gelê kurd
Îbrahîm GUÇLU: Li Rojavayê Kurdistanê rewşa civakî, çandî, siyasî, hiqûqî…
Yaşar KARADOĞAN: TESİR AJANLARI VE KÜRD HAREKETİ
Emre Uslu: Why would the PKK need a cease-fire now?
Dengir Mir Mehmet Fırat: Kürtçe masal bile yasak! (Neşe Düzel ile söyleşî)
Rêbwar Kerîm Welî: Mesele ne tenê PKK'ye
Îbrahîm Malgir: Xwedê Kurdan ji şiddetê biparêze!
Îbrahîm Malgir: Bawerî û bëbawerîtî!
Ibrahîm Malgir: Cumhûrîyeta Tirkî nehatîye gûhartin!
Şemdin SAKIK: TERÖR VE ŞİDDET APO, PKK, DTP VE SOLCULUKLA BİTMEZ…
Îbrahim Malgir: Cizre’de şahit olduğum görüntüler
Mihemed Evdila: Safsataya dualî ya dewleta tirkan û PKK-ê li hemberî doza miletê kurd !
Mahmut Alınak´tan BDP ye "mikroskopik eleştiri!"
Sezgin Tanrıkulu: Türkiye'nin ilk "sivil savaşı”
İbrahim GÜÇLÜ: Türkiye’de vesayet sistemi son buldu mu?
İbrahim Malgir: Kemal Burkay ve Hükümet
Sedat Günçekti : Top şimdi KCK´de
Öcalan’dan itiraf: “Ben Taşeronum”. Öcalan=PKK, O zaman
ABD, Kürtlere mi yoksa PKK’ya mı karşı?
İbrahim GÜÇLÜ: "Tanrı başkanlar"- PKK/Öcalan - "Demokratik Özerklik"...
Gelo “Xweseriya Demokratîk” tê çi mane ye? Ceribandina Başurê Kurdistanê…
Arşevê Oskan: Tirsa pîr û raperîna ciwan
Sedat Günçekti: BDP iki arada bir derede
Mihemed Evdila: BDP-ya ko daye dûv Dicle û Ocalan çi dike?
Rêbwar Kerîm: Bersiveke nû ji bo pirsyareke kevin
Seyîdxan Kurij : Hakkari’de Kürdoloji Konferansı
Barışa indirilen darbe!
Îbrahîm Malgir: Türkler ve Kürtler
Îbrahîm Malgir : Beyanî Baş!
Ali BURAN: GÜNEY Kürdistan'in bağımsızlık koşuları
Îbrahîm GUÇLU: Serokê Neteweya Kurd Mele Mistefa Berzanî nemir e…
Ebbas Ebbas :Çinar
Ebbas Ebbas : Quling
Zinarê Xamo: Tiştê Abdullah Ocalan dike zorbatî ye!
Ahmet Altan: Şerm Bike PKK
Mehmet METİNER: Öcalan tipik bir Jakobendir
Ümit Fırat: Öcalan derin devletle de temaslarını sürdürüyor
Joseph Puder: THE FORGOTTEN KURDS OF SYRIA
Îbrahîm Malgir : Kurd û Dewlet
M.Sanri: Îsmaîl Beşikçî vê carê berê tîrên xwe da tîraniya PKK-ê
Îbrahîm Malgir: Türkçeyi seçmeli ve kürtçeyi resmi dil yapsak ne olur?
Aziz Gûlmûş: Ji alê rastê ve bijmêre!
Aziz Gûlmûş: KîKirKîîî?!
Aziz Gûlmûş: SEMPATİZAN
Aziz Gûlmûş : MELLE
Aziz Gûlmûş: EMANETÊ BI QÎMET
Aziz Gûlmûş: ŞORBECÎ
Şerîf Omerî: Operasyona li dijî Roj TV û KNK
Îbrahîm GUÇLU: Hilbijartina Iraqa Federalî û Helwesta Partiyên Kurdistanê…
Apoîzm – HABERTURK - Rizgarî – Heqaret...
Mesele qebûlkirina siyaseta dewletê bû
Firîda Hecî yanê jî: „ Şêr şêr e, çi jin-çi mêre
Ergenekon bi ser ket
Jı bo rêxistineke nû konferansek û di sîstema kevn ya rêxistinî de israr
Figûranek bêcewher çawa dibe “serokekî neteweyî”?
Sedemên rasteqîneyên çalakiyên PKKê…
Selîm ê Netawa Kurd: Selim Dindar
“Şêx Zeynî nûha li tenişta serokên Kurdistanê … rûniştiyê.”
Dîkê sibê
Kurd çima nebûne dewlet?
Arîstokrat û mîrê siyaseta kurd çû ser dilovaniya xwe…
Qublenameya bêdengiyê
Îqtîdar
Lîsta Goran û opozisyon
Dr. Vet. M. Nûrî Dersimî-Lehengek
Ji bo neteweya kurd derfeta dîrokî û mîsyona neyênî ya PKKê…
Konê Reş: Zilamok!
I.Gûçlû: Dewlet û PKK çareseriya pirsa neteweya kurd naxwazê…
Gurzek Nêrgiz Bo Aramê Dîkran
Devera Barzan: Bîrhatina 26 saliya komkujiya dijî barzaniyan
Kurmancê Çalî: Pêdivîya siyasetvanên turk...